“Mantık sizi A noktasından B noktasına götürür. Hayal gücü ise her yere!”

Albert Einstein



Hayallere, hayallerin gücüne en çok inananlardan biri olarak itinayla her gün, gün içerisinde birçok hayal kurar, anda kaybolurum...

 

Keşke şöyle olsa, keşke böyle olsa diye. Ama ben ki, hayallere bu kadar inanan biri olarak kesinlikle tesadüflere inanmam, her şeyin bir nedeni olduğuna inanırım. Bize göre onlar hayatın sürprizleridir ama gerçekten tesadüf değildir. Şimdi neden olduğunu söyleyeyim, aslında ben bugün kısa bir aradan sonra size bambaşka bir konu hakkında yazacaktım. Dün bir yazı okudum, bu sabah tesadüfen hiç konusunu okumadan bir film izledim ve her şey kafamda bambaşka bir hal aldı. Film uzun zamandır bana göz kırpıyordu ama açıp bakmamıştım bile. Zamanı bugünmüş demek ki. Yani aslında her şey planlı. Yanınızda olsa dahi her şeyin bir zamanı var, yani hiçbir şey tesadüf değil. Filmi izledikten sonra bir eksiğimiz olduğunu fark ettim ve bu sadece ülkemize değil, güncel dünyaya, dünya insanına has bir sorun. Çocukluğumuzu, içimizdeki çocuğu kaybediyoruz.





Fotoğraf: imdb.com



Çünkü içimizdeki çocuğu öldürmemizi istiyorlar. Buna zorlanıyoruz belki de. Böylece yavaş yavaş hayal kurma yetimizi kaybediyoruz. Çünkü hayal kurabiliyor olmak hala biraz çocuk olmaktır bence. Çünkü ben büyüdüğümde hayal ettiğim hayat bu değildi. Hele hayal ettiğim iş hayatı hiç bu değildi!  Belki sahip olduklarım olabilir ama bunları hissetmeyi hayal etmemiştim. Düşündüklerim, söylediklerim, giydiklerim, okuduklarım, izlediklerim yüzünden tuhaf bakıldığım bir dünya değildi. Böyle büyümemiştik ki biz. Belki de sadece ben böyle büyümedim.



Y Kuşağının sık sık iş değiştirmesi!

Sözlüklerde çok takılırım, açılan başlıklara gün içerisinde birçok kez göz gezdiririm. Dün rastladığım bir başlık ise çok dikkatimi çekti. “Neydi başlık?” diye sorarsanız, başlığımız; “y kuşağının sık sık iş değiştirmesi”. Ve o başlık altında bulunan bir entry. İlgili entry için bu linki ziyaret edebilirsiniz. https://eksisozluk.com/entry/61325557



“Yeni yeni icatlar çıkarma Müge!” diyor olabilirsiniz belki şu an. Ama ben yine de sizlere, benim de içinde bulunduğum biraz Y Kuşağından bahsedeyim biraz. Bu nesil bazılarına göre 1980 – 1999 bazılarına göre ise 1977 – 1994 yılları arasında doğanları kapsıyor. Her iki bağlamda da ben içindeyim yani=)



Bu kuşak teknolojinin hızla yayıldığı kablolu televizyonlar ile başlayan dönemden internetin insanlar tarafından kullanıldığı yıllarda yetişti. Marka bağlılığı yok, teknoloji özellikle internet hızı bizlerin stilleri, hayat görüşlerimiz ve diğer konularda daha esnek görüşe sahip olmamızı sağlıyor. Ayrıca teknoloji hayatımızın tam orta noktası yani onunla büyüdük. Dünyada olup bitenlere dair farkındalığımız yüksek. Bağımsız olmayı seviyoruz, özgürlüğümüze oldukça düşkünüz, belirlenen mesai saatleri arasında çalışmak bize göre değil. Bir de çok kural tanımadığımızı söylüyorlar. Belki de son yıllarda en çok dikkat çeken özelliğimiz sosyal sorumluluk konularında oldukça hassas olduğumuz. Yani bir iyiliğin, insani değerlerin oldukça arkasında durmak ya da bu tür görevlerin bir parçası olup sesimizi duyurabilmemiz önemli bizler için.



Bazıları bu nesil işine burç gibi bakıyor, “ya mümkün mü?” diye soruyor ama anladığım kadarıyla bu nesil işi önemli. Aksi takdirde Deloitte gibi büyük firmalar bunları araştırmak için bütçe ayırıp ülke bazlı rapor hazırlamazdı diye düşünüyorum.



Bir çaya çıkmaya gerek yok!

Y Kuşağını yakından tanımak isteyenler, çaya çıkmaya ya da herhangi yeni bir iş görüşmesine daha. Rapor bizi gerçekten iyi anlatıyor.



Gelin biraz Türkiye ve globalin karşılaştırıldığı için Y Kuşağı raporuna göz atalım;

En çok çalışmayı tercih ettiğimiz sektörler; Teknoloji, Medya ve Telekomünikasyon.



%75 oranında diyoruz ki; “Şirketler genel toplumu dikkate almak yerine kendi ajandalarına odaklanmaktadır.”

 

İstihdam yaratma, kar sağlama ve topluma katkı tarafımızdan iş dünyasının ana varoluş sebepleri olarak görülüyor. Türkiye’de iş dünyasının varoluş sebebi globalle paralellik gösteriyor fakat en büyük açığın topluma, çalışanlara katkı ve istihdam sağlama alanlarında olduğuna inanıyoruz.

 

Dedim ya bir şeyin parçası olmak bizim için önemli. Sosyal bir noktaya parmak basıyor olmak bir sorunun çözümünün bir parçası olmak bizim için önemli bu nedenle; Her 10 Y kuşağından 6’sı mevcutta çalıştığı işyerini kurumun anlamlı bir varoluş nedeni olmasından ötürü seçiyor.



Bizim için bir firmanın başarısından çok önemli olan çalışanlarına nasıl davrandığı!

Y kuşağı ‘lider organizasyonları’ çalışanlara davranışları, ürünleri, finansal başarısı ve topluma katkısı ile tanımlıyor. Globalde lider organizasyon olabilmede varoluş nedeni de önem taşırken, Türkiye’de ise büyüklük ve yönetici profili bir firmanın lider olarak adlandırılmasında etkili olan faktörler arasında.





Globalde Y kuşağına göre liderler stratejik vizyona, tutkuya ve insani değerlere sahip.Türkiye’de de Y kuşağı bir liderde stratejik düşünce ve vizyonaönem verirken, ek olarak demokratik yaklaşım, hitabet gücü ve

yenilikçilik gibi özellikleri de ön plana çıkarmaktadır

 

Boşuna mı okuduk biz? Y kuşağında 10 kişiden sadece 3’ünden daha azı sahip oldukları becerilerin çalıştıkları kurumlar tarafından tamamen kullanılabildiğine inanıyor. Türkiye’deki Y kuşağı için ise bu oran %15 seviyesine düşüyor.



E diploma ne kattı bize?

Yüksek öğrenimde kazanılan beceriler kurumların amaçlarına ulaşmak için ihtiyaç duydukları becerilerin sadece üçte birini karşılıyor. Geri kalan beceriler iş yerinde öğreniliyor



İşte o yüzden diyoruz ki; Y kuşağı, iş dünyasının en çok önem verdiği liderlik becerisigibi temel becerilerin, okul hayatları sırasında iş verenlerin talep

ettiği düzeyde kazandırılamadığını düşünüyor…



Benim öne çıkarmak istediğim başlıklar bunlardı. Çok uzun bir rapor değil, okumak isteyenler raporun tamamına bu linkten erişebilirler;



Gelelim izlediğim filme...

2011 yapımı filmin adı Arthur. Başrollerde Russell Brand, Helen Mirren, Greta Gerwig ve Jennifer Garner yer alıyor. Filmin öyle çok yüksek bir IMDB puanı yok, Digitürk IQ’da Romantik-Komedi bölümünde yer alıyor. Ben de kafa dağıtmalık bir filmdir diye açtım zaten. Arthur içimizdeki çocuğu yaşatmamız adına desteğine ihtiyaç duyduğumuz büyüklerimiz tarafından mutlaka izlenesi bir film.



Fakat filmi izlerken bu öyle basit bir film değil dedim içimden, almak istersen içinde çok güzel mesajlar var dedim. Ayrıca bir çok süper kahramanlı filme de göndermeleri var.  Ve tam içimden “güzel filmmiş, keşke böyle yaşayabilsek, koskocaman bir masalın kahramanı olsak” derken bir replik geçti. Arthur ailesinin mirasını reddetmek için iş bulmaya karar verir. İş ilanlarına göz atarken;







Fotoğraf: imdb.com



"Bu işlerin hiçbirinin mantığı yok. Sistem entegrasyon uzmanı.  Bu işi amatörce yapacak biri olabilir mi sanki? Kim sistem entegrasyon işine hobi olarak başlar ki? Cumartesileri uçurtma uçurmak yerine eğlencesine bu işi mi yapacak? Kendi eğlencesi için sistem entegre eden biri olabilir mi?"





İşte senelerdir sorduğum soruydu bu! Gerçekten işini severek yapan kaç kişi var? Ve neden yok?Ben gibi bu soruları soranların günü geldi. Demek ki bu Y Kuşağının genel sorusuymuş ki, sağımıza baksak bir cafe, solumuza baksak bir restoran ya da yeni bir girişim ve ortak özellikleri hepsi bu nesle ait. Bunların yanı sıra ne yapacağını bilmeyen ama sapır sapır “artık dayanamadıkları” işlerinden ayrılan yaşıtlarımızın hikayelerini dinliyoruz son zamanlarda.



Ve bu filmi tüm annelere öneriyorum. Şiddetle, ben geç buldum ama önemli olan bulmuş olmam sanırım, zamanı buydu.







Test çocuklarıyız!

Öğleden sonra çizgi film kuşağı, Pazar geceleri Bizimkiler, Cuma geceleri Süper Baba, şans getirsin diye Troll saçına dokunan, ilk evcil hayvanı Tamagotchi olan, 48’li Monami kokusu ile büyüyen, mahallede taso turnuvaları düzenleyen, ressam olduğunu öğrendiğimiz 4 kaplumbağanın kötülükle savaşını destekleyen, Jetgiller ile geleceğe göz atan ve daha bir çok şey ama en önemlisi test çocuklarıyız biz, yan komşunun kızının günde kaç soru çözdüğünü dinleyen, yaz aylarında renkli testler ve renkli kurşun kalemler, Ahmet Buhan test kitapları ile büyüyen bir nesiliz. Büyümekle, büyümemek arasında kalan, küresel şirketlerde çalışmak için yetiştirilmiş bir neslin çocuklarıyız. Ama geldiğimiz nokta o olmadı. Çünkü biz büyüdüğümüz hayat için hazırlanmadık. Başka bir hayata hazırlanmıştık onu bulamadık. Zararsız çocuklarız işte. Çünkü o Tom o Jerry’i hiç yakalayamadı, çünkü Susam Sokağı’nda Büdü, Edi’ye “Çok mutsuzum, çünkü çok büyüdük” dediğinde kendimize söz verdik, büyüyünce mutsuz olmayacağımıza dair. Çünkü o Gargamel her ne kadar "elbet bir gün sizi ele geçireceğim işte o zaman pişman olacaksınız" dese de biz şunu bildik ve inandık “iyi bir çocuk olursak, bir gün biz de Şirinler’i görebilirdik.Barış Abi’den hep 10 puan aldık ne yaparsak yapalım. Kişiliğimizden, kendimize öz’lüğümüzden hepimiz şampiyon olduk. Sandık ki hep 10 alacağız, hep şampiyon olacağız biz olduğumuz için...







O Tsubasa hep o golü attı ya her türlü çelmeye rağmen, o top yarım saatte de olsa o kaleye girdi ya. Mücadeleyi gördük. Çünkü eğer kalsaydık eğer 8 yaşında Cedric’in de dediği gibi hayat gerçekten çok güzel olurdu. Ama işte hayat çocuk kalmak için çok hızlandı, yarışa girmemiz gerekti ve daha ilkokulda biz çocukluktan çok kaybettik. Ama içimizde hep bir gün tekrar çocuk olacağımıza dair bir umut vardı. O günleri tekrar yaşayacağımıza dair ve şimdi biz bilmem kaç yaşında yeniden çocuk olma telaşındayız tüm iyi niyetimizle.



Sizce neden?

Kendi adıma konuşmak gerekirse başta da bahsettiğim gibi hayallerle yaşayan biriyim. O yüzden proje satıyorum, o yüzden hayal ediyorum. Ben “hayal” diyorum onlar “proje” diyorlar. Ama gerçekte ben hayal ediyorum. Bunu yapabilmek için de ara sıra eski yıllara dönüyorum. O hayalleri yaşatacak şeylere sarılıyorum; çizgi filmler, fotoğraflar, yıllıklar gibi. O anıları hep tazeliyorum. Benim gibi pek çok tanıdığım var hayal ediyorlar. Ve kiminin matematiği iyi, kiminin ben gibi edebiyatı, kiminin tasarımı, kiminin kulağı ve kiminin de elinin lezzeti... Tek amacımız kendimizi anlatabilmek.



Hayallerimize değer verilsin istiyoruz!

Çalışma hayatına erken başlayanlardanım, daha üniversite bitmeden başladım. Maddiyat vs. değil, işe yaramaktı amacım. İşe yarıyor olmak, bir şeylerle meşgul olmak istiyordum. Ama bir şeylerin ters gittiğini gördüm. İnanılmaz ve gereksiz bir rekabet olduğunu, herkesin dünyayı kurtarıyormuşçasına kendini önemli hissettiğini, toplantı adı altında sohbetlerin gerçekleştirildiğini, kendinden düşük mevkide bulunan insanlara saygılı olunmadığını ve en önemlisi hayal kuramadığımızı ve kurmanın da çok takdir görmediğini yani bütçe için onay alınmadığını. Yanlış bir şey gördüğünde sadece görmekle kalıp sesini çıkarmaman gerektiğini, sormamam sorgulamam gerektiğini anladım,  hislerine önem veremeyeceğini. Yani iş kapısından içeri girerken insanlık kostümünü çıkarıp iş kıyafetlerini giymem gerektiğini gördüm. Ve tüm bunların hepsi bana çok tersti. Mükemmel bir insan olduğum tartışılır tüm herkes gibi. Ama vicdanımı, insanlığımı dışarıda bırakıp doğru bildiğim şeyler için hareket etmeyeceksem neden çalışacaktım ki? O işi öğrenen herkes benim işimi epey güzel yapabilirdi.



Bizim nesilden patrona sahip bir yerde de çalışılabilir gayet tabii ama o şirkete şans verilirse. İşten ayrılan her nesildaşımdan duyduğum tek bir ortak dil var; “5 kuruş kazanırım ama başım ağrımaz” yani azıcık aşım ağrısız başım diyoruz.



İş hayatı ile dışarıda yaşadaığımız hayat bir diyorum üzerine basa basa. Öyle bir ayrım yok. Burada kırdığın orada da kırılır ve daha birçok şey. Eminim yalnız bir ben değilim böyle düşünen. Yine rekabet olsun, yine doğru bildiğimiz inandığımız şeyler için savaşalım ama terbiyesizlik olmasın, aşağılama olmasın ve belki de en önemlisi saygısızlık olmasın. Sanırım en çok bundan sıkıldık!



Dipnot:Her şeye rağmen çocuk kalmalı. Kaç yaşında olursak olalım. Filmden sonra bunun sözünü bir kez daha verdim kendime. Ne olursa olsun çocuk kalacağım. Siz de öyle yapın bence=)



Sevgiler...