Nesrin, bir altmış boylarında, minyon, hafif etine dolgun, saçları omuzlarında – genelde açık bırakıp toplamazdı saçlarını dağınık severdi- otuz yaşlarında bir kadındı. Bir devlet bankasında operasyon sorumlusu olarak çalışıyordu. Düğün-dernek ya da özel bir gece olursa makyaj yapar, ful çiçeği esanslı parfümünü sıkmayı ihmal etmeden sokağa çıkmazdı. Moda diye öyle alışveriş yapıp üst baş yenilemez, gereksiz para harcamaz, aldığı kıyafeti iyice eskitene kadar giyerdi. Sade şeyler sever, siyah, lacivert, haki renklerini sıkça kullanırdı. Kıyafetlerinde bu renkler hâkimdi.

    Hayata bakış açısıyla farklı bir insandı. Kalabalık ve sesli ortamları sevmezdi. Evinde geçirdiği zamanlardan hoşlanır, balkonunda yetiştirdiği sardunyalarını seyretmeye doymazdı. Sardunyalarını seyrederken bir bardak çay ya da bir fincan kahve içmeyi arkadaş davetlerine tercih ederdi.

    Yine bir gün evdeydi. Televizyon koltuğunda oturup ayaklarını uzatmak istedi. Koltuğa oturmadan önce elindeki telefonu, televizyon ünitesinin üzerine bıraktı. Sehpanın üzerinde duran kitabını aldı. Tam kitabı açtı ki telefonu çaldı. Açmak istemedi. Aramanın ardından bir de mesaj sesi geldi. Ne kimin aradığını, ne gelen mesajı ne de içeriğini merak etti. Kitap hiç açılmadı. Bu esnada yüzünü sol avucuna alıp derin düşüncelere daldı. Çoğu zaman çok sevdiği bu koltukta otururken uyuyakalırdı. Bazen boynu ağrır, bazen sabaha kadar deliksiz uyur ama bu durumdan hiç şikâyetçi olmazdı. Hem de uzun yıllardır boynunda var olan fıtığa rağmen.

    Balkondaki sardunyanın hikâyesini düşündü.

    Üç yıl önceydi.

    Son yıllarda, ilkbaharın başlarında neredeyse tüm marketlerde mevsimlik çiçekler, saksıda çilekler, biber, maydanoz, tere, dereotu ve benzeri tohumlar satılır olmuştu. Güneşli bir bahar sabahıydı. Nesrin meyve almak için markete gitti. Çiçekler ve tohumlar giriş kapısının tam karşısındaki reyonda duruyordu. Rengârenk çuhalar öndeydi, o zamanlar adının ne olduğunu bilmediği yeşili bol, üzeri küçük küçük çiçekli saksılarsa çuhaların hemen arkasında duruyordu. Markette belki de onlarca çiçeğin arasında, gözüne sarı renkli çuhaların arkasında duran saksı takıldı. Aldı onu. Saksı, o kadar çiçeğin arasında belki de en kötü olandı. Fakat o da bir canlıydı.

    Nesrin için tüm canlıların hayatı önemliydi. Sokak hayvanları için özellikle kış aylarında apartmanın az ilerisindeki parkın kenarına bir kap mama, bir kap su bırakır ve takip ederdi. Gün aşırı kapların içlerini yenilerdi. Mutfağının penceresineyse kuşlar için ekmek doğrayıp koyardı.

    Sardunyayı gördüğünde de onun için bir şeyler yapmak istemişti. Başkası olsa en güzelini, en tomurcuklusunu, en yeşil olanını seçerdi. Nesrin işte, farklıydı! Hiç tereddütsüz içlerinde en solgun olanı fark etti ve onu aldı. Bir an düşündü. Ekşitti yüzünü, evde ne büyük bir saksı, ne toprak ne de başka bir çiçek vardı. Birer tane de bitkilerin yanında satılan büyük saksılardan ve topraklardan aldı.

    Evi markete yakın olduğundan mıdır yoksa çiçeğin bir an önce balkonundaki yerini almasını istemesinden midir bilinmez, elindeki ağırlıktan rahatsız olmadan hızlıca apartmanın merdivenlerinden çıktı. Nesrin'in umutları canlanmıştı. Bahar mevsimi, geleceğin daha iyi olacağına işaretti. Nesrin tarifsiz bir heyecan içindeydi.

    Eve girip elindeki paketleri balkona bıraktıktan sonra mutfağa geçti. Büyük bir bardak su doldurdu. Çok susamıştı. Sardunya da susuzdu, ona da su vermeliydi. Bir telaşla başladı sardunyanın ekimine. Renginin ne olduğunu öğrenmesi biraz zaman alacaktı. Fide önce tutmalı sonra büyümeli ve tomurcuk vermeliydi. Bu bekleyiş birkaç ay sürecekti. Tam olarak ne kadar beklemesi gerektiğini dahi bilmiyordu.

    Nesrin suyu ve sıcağı seven bu Güney Amerika bitkisine özenle bakıyor, her iki günde bir sabah işe gitmeden erken saatlerde su veriyordu. Sağlıklı olan dalların zarar görmemesi içinse kuruyan ve sararan dalları kökünden kesiyordu. Yaprakları yıkamak için de bir küçük şişe almış, içine doldurduğu suyu yapraklara spreyliyordu.

    Günler hızla geçiyor, fide büyüyor, yeni yapraklar veriyordu. Nesrin’in umutları çoğalıyordu. Onun için de her şey, her zaman yolunda gitmiyordu. Bazen kendini çaresiz, tıkanmış, çıkmazda hissedebiliyordu. Böyle zamanlarda yaşadıklarından edindiği tecrübeyle kendi kendine şöyle derdi “ Vazgeçmek yerine mücadele ve umut var”, sardunya için de kendisi için de bir yerlerde umut ışığı olduğunu biliyordu ve o, bu ışığın peşindeydi.

    Herkes gibi Nesrin’in de hayalleri vardı. En büyük hayaliyse Ege’de butik bir otel açmak, şehrin karmaşasından uzaklaşmaktı. Sessiz, sakin bir yerlerde sevdiği işi yapmak istiyordu ve bunun için emekli olmayı beklemek istemiyordu.

    Sardunya günden güne değişim gösteriyordu. Havaların ısınmasıyla birlikte Nesrin akşamları iş dönüşünde eve gelince balkon kapısını açar hem evini havalandırır hem de çiçeğine bakardı. Bir akşam çiçeğin üzerindeki tomurcuğu fark etti. Verdiği emekler karşılık bulmuş, sardunya çiçek açacak kadar büyümüştü.

    Bütün bu uğraşlardan arta kalan zamandaysa yazmayı seviyordu. Yaşadığı özel anları kaleme aldığı bir defteri vardı. Sardunyanın hikâyesini yazdı o gece. Umuttan, yaşamaktan ve en çok da bir çiçeğin onda bıraktığı mutluluktan bahsetti.

    Mutluluk Nesrin için küçük şeylerde gizliydi. Sardunyanın ekiminde, büyümesini görmekte hatta henüz bilmediği rengini tahmin etmekteydi. Sahi, sardunyanın rengi neydi acaba?

    ***

    Yoğun bir hafta geçiriyordu. İşten gelir gelmez duş alıp, hızla yemek yiyordu. Birden sardunyaya en son ne zaman su verdiğini düşündü. Balkona çıkıp saksının yanına eğildi, toprağa parmağını soktu. Bunu bir çiçekçi arkadaşından duymuştu. Toprak nemliyse suya henüz ihtiyacı olmadığı anlamına geliyordu. Neyse ki toprak nemliydi. Toprağı kontrol ederken önce fark etmedi fakat sonra birden çiçek açtığını gördü. Mor, pembe, bordo… Üç renk vardı çiçeğin üzerinde. Bir siteden okuduğu yazı geldi aklına, Ceylangözü Sardunya… Aylardır merakla beklediği çiçek açmıştı. Hem cinsini öğrenmiş oldu hem de rengini.