Binbir çeşit yolu var kendini tanımanın, görmesini de bakmasını da öğretmişsen kendine, konforu yaşamaya başlamışsın demektir.
Ev konforu araba konforu tatil konforu yat konforu kat konforu ama bir güzeller güzeli var ki o, iç sesinin konforu.. Çok güzel yaşatır seni, nereden mi biliyorum? Bazı portreler gördüm, hayattan kesitler okudum.. Zar zor geçindikleri üç kuruş akçe ile, akşam aynı odada oturup çocuklarıyla çekirdek çıtırdatan ailelerin mutluluğunu, bir arada sohbetlerini, babasının eve getirdiği çekirdeği ödül bilen çocukların mutluluğunu. Onların yok muydu sıkıntısı, borcu derdi vardı ama huzuru da vardı ince ince. Çocuğuna ailesine evine bi göz gezdirdiğinde, bakmakla görmek arasındaki farkı hoş bir birey ya da boş bir birey de olsa, az çok idrak edebilmişti bu insanlar.
Ama aynı evin içinde bambaşka odalarda kendi cumhuriyetlerini kuran ev ahalisinden kesitler de gördüm. Bu demek değil ki insanlar istediklerinde özgürce zaman geçiremeyecekler, ama ne diyelim anne babasını birer banka kasası, bir takım ihtiyaçlar gidericisi görenlere, aynı masada oturup yemek yemeye bir anlam yüklemeyen, değer yoksunu ebeveyn ve çocuklarına?
Bizler kimlerin torunları kimlerin çocuklarıyız? Bu yukarıdaki iki örnekten hangisine yakın geçti çocukluklarımız? Meyva tabağını kucağına konuşlandırıp, bir meyva soyuşu vardı ki annenin anneannenin babaannenin, elmayı armudu değil sevgisini sıcaklığını emeğini uzatttığı. Bir büyüklük göstermeleri vardı ki dedelerin, öylesine küçüle küçüle bir büyüklük. Bir bir hikayeler anlatıp ilgisini bilgisini nakış gibi işlediği bir büyüklük ki, yerlerinde tozları kalmadı.
Ermeni komşunun iftar saatinde yemek getirdiği, Müslüman’ın Paskalya’da birlikte yumurta boyadığı insanlar. Bu insanlar hatta bu insanların çocukları ve hatta o insanların torunları nereye saklandılar? Bir gün saklandıkları yerden çıkacaklar mı, yoksa orada ömürlerinin sonuna kadar nefessiz kalmaya devam mı edecekler? Bir bilen söylesin rica ediyorum.
Bugün pandemisi korkusu aşısı dün o partinin bu partinin başımıza açtığı işler, Dolar vahim yükselişte Euro bilmem bir şeylerde pek hoş analiz ediliyor, bilgi deryası memleketim. En çok da en az okuyanın konuştuğu, bilgisinden çok fikri olanların memleketi. Akıllı telefonlarımızın sosyal medya yoğunluğundan, çokca fikrimizin olduğu konularda biraz da bilgilenmeye, bir iki makale okumaya vakit bulamadığımız zamanlar, ama ne yapalım dünya hali işte vakit yok. Çevremizden duyduklarımız, sosyal medyada okuduklarımızla idare eder geçeriz kimse anlamaz. Konu çok önemliymiş çok biliyormuşuz gibi yaparak ama içimizden yüzeysel ve de pek yüzeyselce bir geçiş yaparız, samimiyetsizliğimize bir imza daha.
Gören birileri var bu saçmalığı biliyorum çünkü olmalı, çünkü 7 ceddimize atalarımıza hakaret bu halimiz.
Mustafa Kemal Atatürk’ü 23 Nisan’dan 23 Nisan’a 19 Mayıs’dan 19 Mayıs’a 29 Ekim’den 29 Ekim’e hatırlayan ama konu siyaset olunca mangalda kül bırakmayan da bizler değil miyiz? Çok pardon ama sağımız solumuz gösteriş budalalığına batmış. Toprağı uğruna varlıkta yoklukta gelecek nesile bir nefes bırakmak için savaşmak ne demek ben sadece düşünebiliyorum, anlayamıyorum bile nasıl zihinler, nasıl yüce yürekler olabilir bu insanlar. Anlamak için yaşamak gerekir, ne anlasın yaşamayan? Bugün bir savaş olsa en önde biz kaçıp gideriz ülkeden, çünkü zaten bu ülke adam olmaz! Hep mahvettiler zaten bu koca koca adamlar bu ülkeyi. Başı örtülü çok cahil başı açık çok edepsiz burada! O bu şu düşünmüyorsa sen düşün tek başına, ben düşüneyim bi başıma ne yapabilirsin kendin için ailen için? Düşünelim basacak toprağımız var bugün, düşünelim evladımıza insanlığa ne borçumuz vardı dün, ne borcumuz var bugün? Sohbetler olumsuz cümlelerle dolu, bir hayırlı şey geçmiyor zihnimizden, dökülmüyor dilimizden. Nasıl psikolojimiz sağlam kalacağız, zihnimizi dilimizi bu kadar kire bulamışken? Hangimizin şüphesi var ki, adalet hem bu ülkede hem yer yüzünde zaten iki ucu edepsiz değnek.
“Esas olan sadece yaşamak değil, insana yakışır ve onurlu yaşamaktır.” der Nazım Hikmet. Ne bırakacağız bu çocuklara biz? Etrafa zehir saçan dilimizi temizleyip, ne zaman bakacağız kendi kapımızın önüne? Ne zaman kir içindeki tavrımıza, fikrimize temiz diyerek yalancılığı bırakacağız? Yandaşlarımız bir çıkar çatışmasına bakar ortadan kaybolmak için. Yanımıza oyunculuk performanslarımıza inandırdığımız sempatizanları alıp, tek başımıza dimdik ve hür durabilme zayıflığımızı, korkumuzu ne kadar daha gizlemeye çalışacağız? Korkan, suçunu bilendir. Ne zaman yüzleşeceğiz kendimizle?
Benim iyi bi nesil yetiştirmeye niyetim çabam var mı, benim çocuğuma kıyafetten bilgisayardan arabadan başka daha başka, daha değerli verebileceğim bir şeyim var mı? Eğitimi sırf şu okul ya da bu okul mezunu olsun diye çocuklarımızı gönderdiğimiz okulların ve bakıcıların üzerine yüklemeye ne kadar daha devam edeceğiz? Bu demek değildir ki anneler babalar çalışmasın, çalışanı çalışmayanı.. Yaşı küçükse çocuğuna kitap okusun, büyükse her akşam 10 dakika kitap okuma zamanı oluşturulsun, birlikte şarkı söylensin dans edilsin, şarkı söyleyip dans etmeye sadece onların değil bizim de ihtiyacımız var. Yolda gördükleri ağaçların çiçeklerin ismini konuşsunlar, çiçek büyütmeyi sulamayı öğretsinler, yazarlardan şairlerden bahsetsin tiyatroya konsere gitsinler, götüremiyorsa oyunu kendileri yaratsın kavramlar üzerine konuşsunlar. Bir gösteriye giderken özenle hazırlanmayı, temsilin bir kültür olduğunu değer ve özen göstermek gerektiğini öğretsinler. Anneanneleri babaanneleri dedeleri nasıl insanlardı ne yaparlardı anlatsınlar, zihnen de tanıştırsınlar. Kültür aktarımdır. Jann Assmann Kültürel Bellek kitabında, “Geçmiş kültürel bir varlıktır hatırlanarak tekrar kurulur.” ve “Her bağlayıcı yapının temel ilkesi tekrarlamadır.” der.
Ağaç yaş iken eğilir, erken yaşta oluşturulmayan alışkanlıkları ileriki yaşlarda oluşturmak, erken yaşta verilen hatalı bilinçleri de büyüyünce yok edebilmek çok zor. Ebeveynlik de daimi öğrencilik değil mi bu hayatta? Anne ne öğrenmiş ne görmüş ne yaşıyor ise onun ile besler çocuğunu. Baba da bundan farksız. Bu yüzden önce kendimizi geliştirmeye, kendimizi anlamaya, kendimize dürüst olmaya ihtiyacımız var. Kendi yalan dünyamıza onları da maruz bırakmamak için. Bireyler örnek olmalı çocuğuna ama ne ile örnek olduğuna dikkat ederek. Para hırsıyla mı, arkadaşının arkasından konuşmasıyla mı, babasını kötülemesiyle mi, kadını ne söylerse hı hı deyip geçerek değersizleştirmekle, kendi bildiğine devam eden erkek olarak mı? Aile içinde yapılan dedikodularla mı, ayrılırsam çocuğumun babasını nafakasını ödeyebilecek biri seçeyim diyerek mi, çevresiyle çıkar üzerine kurduğu iletişim ilişkilerle mi?
Ne ile örnek olalım ne ile mutlu edelim bu çocukları? Darphane mahsulü kağıt parçasınca, pek değeri olmayan pek de gösteriş yapılamayan bir şey ile mesela? Ne olabilir ki, bilmem hiç aklıma gelmiyor! Aaa geldi, bir kitap iki üç top dondurma. Ama onu da alsam memnuniyeti kaç dakika eder, bir yenisine talep kaç zaman sürer? Tüh bunu da bilemedim ben şimdi.. Bir bilen söylesin rica ediyorum.
Aman aman ne olur, suçu teknolojiye el bilgisayarına masa bilgisayarına şimdiki çocuklar da şöyle bımbıdı böyle zımbıdı söylemlerine savuşturup üzerimizden bi güzel kenara bırakmayalım. Belki çocuğun mayası yeterince tutmamıştır bu hayata gelirken, belki özünden belki geninden. Ama eğitim önce ailede başlar.
Bizler aile kavramını ne sandık? Bir yuva kurabilmeyi ne sandık? Çocuk dünyaya getirmeyi ne ile karıştırdık? Aile olsak da olmasak da dünyaya getirilecek bir nesne olarak mı gördük? Hayatın yapıldı listesine atılacak bir iki onay işaretinden ibaret miydi çocuklar evlilikler. Aile mahrem, kolun kırılıp yenin içinde kaldığı yer değil miydi? Biz ne sandık ki bu aile kavramını? Bir can hayata getirip, onu ilmek ilmek işleme şansımızı nasıl böyle bencilce lükslere heba edebildik? Ve öyle ki, bir çok insan çocuk sahibi olabilmek için çırpınırken..
Bir atasözümüz var, “Saldım çayıra mevlam kayıra.” Salasın ama kontrollü salasın çocuğunu çayıra, gerekirse sen de olasın çayda çayırda yanında. İlgini alakanı o en ihtiyacı olan iletişimi eksik etmeyesin ki, bir işler gelmesin evladının başına kah çayda kah çayırda. Sen eksiksen çocuğun da eksik oluyor nesilden nesile, kah dünde kah bugünde. Bir gün kucağında bohçasıyla, kala kalmayasın nesilinle.
Ama ne gelebilir ki çocuğun başına? Ben bilemedim bunu da, başına gelmiş bir bilen söylesin bana da.
Anne gezindiğin bağ baba yaslandığın dağ,
Kim, ben mi çocuğumun gezinemediği bağ?
Kim, ben mi çocuğumun yaslanamadığı dağ?
Yooo, komşunundur o kedi komşunun, bizde bağ da bol dağ da.
Çıkar damın tepesine,
Selam ederim gönülden sevgi ile..
Not: Lisans eğitimime ek olarak İstanbul Üniversitesi’nden almış olduğum Pedagojik Formasyon eğitimi ve 7 yıl boyunca çocuklarla “eğitimde tiyatro/drama” yaklaşımı üzerinde yoğurulmam, bu hayattaki yaşam sürem içerisinde yerini alan, eğitimimi ve öğrenimimi içeren konulara dahildir. Yukarıdaki yazı, hem eğitimim hem sektörel tecrübelerim hem de yaşama dair görüşlerim ile harmanlanmıştır.